Nükleer enerji denildiği zaman pek çok insanın zihninde ilk beliren imgeler patlamalar, radyasyon bulutları ve ölümcül felaketler oluyor. Çernobil (1986) ve Fukuşima (2011) gibi tarihe geçen kazalar, bu algının temel taşlarını oluşturuyor. Bu olaylar, yalnızca yaşandıkları ülkeleri değil, tüm dünyayı etkileyen krizlere dönüştü. Medya haberlerinde yıllarca tekrar edilen görüntüler ve haber başlıkları, toplumun nükleer enerjiye duyduğu güvensizliği pekiştirdi. Oysa bilimsel veriler, nükleer enerjinin sanıldığı kadar ölümcül olmadığını gösteriyor.
Nükler Enerji Nedir?
1945’te atom bombasının yıkıcı gücü tüm dünyaya görmesinin ardından ABD Başkanı Eisenhower, bu gücü insanlığın yararına kullanmayı önerdi. Böylece nükleer enerji doğdu diyebiliriz. 1956’da İngiltere’de dünyanın ilk ticari nükleer santrali açıldı. 1960’ların sonunda 14 ülkede 78 reaktör inşa edilmişti. O dönemde nükleer enerji, modernliğin ve barışın bir sembolü olarak görülüyordu.
Nükleer enerjinin temelinde, "nükleer fisyon" adı verilen bir süreç yatıyor. Bu süreçte, bir atom çekirdeği parçalanarak büyük miktarda ısı açığa çıkarıyor. Bu ısı, suyu buhara dönüştürerek türbinleri döndürüyor ve elektrik üretilmesini sağlıyor. Mekanizma, aslında kömür ya da doğalgaz santralleriyle benzer bir mantıkla çalışıyor; fark, kullanılan yakıtın ve ortaya çıkan emisyonların niteliğinde.
Modern nükleer reaktörler bu işlemi yüksek güvenlik standartlarıyla gerçekleştiriyor. Son yıllarda geliştirilen Küçük Modüler Reaktörler (SMR) ve pasif güvenlik sistemleri, nükleer teknolojinin çok daha güvenli bir hale geldiğini gösteriyor.
Nükleer Enerjinin İmajının Çöküşü
Başlangıçta çevreciler, nükleer enerjiyi hidroelektriğe kıyasla çevreye daha az zarar verdiği için olumlu karşılıyordu. Ancak 1970’li yıllarda bu bakış açısı değişmeye başladı. Nükleer kazaların atom bombası kadar yıkıcı olabileceği endişesi yaygınlaştı. Soğuk Savaş’ın yarattığı güvensizlik ortamı ve “radyasyon” korkusu, bu kaygıları daha da derinleştirdi.
1979 yılında “The China Syndrome” adlı film gösterime girdi ve neredeyse aynı dönemde Three Mile Island nükleer santralinde bir kaza meydana geldi. Bunu 1986’daki Çernobil ve 2011’deki Fukushima felaketleri izledi. Tüm bu olaylar, kamuoyunun nükleer enerjiye olan güvenini ciddi şekilde zedeledi.
Nükleer Enerji Sanıldığı Kadar Ölümcül Değil
Tarihteki büyük nükleer kazaların etkileri tartışmasız büyük oldu. Ancak bu olaylar, teknolojinin bugünkü seviyesini yansıtmıyor. Örneğin, Çernobil kazası Sovyetler Birliği'nin eksik güvenlik önlemleri nedeniyle yaşanmıştı. Fukuşima ise olağanüstü bir doğa felaketinin (tsunami) ardından meydana geldi.
Fukushima’daki ölümlerin neredeyse tamamı tahliye sırasında yaşanan stresten kaynaklanıyordu. Çernobil hariç, nükleer kazaların doğrudan ciddi can kaybına yol açmadığı biliniyor. Ortalama olarak nükleer enerji, her 14 yılda bir kişiyi öldürüyor. Bir terawatt-saat (TWh) elektrik başına 0.03 ölümle, nükleer enerji rüzgâr (0.04) ve güneş (0.02) enerjileriyle benzer bir güvenlik seviyesine sahip. Buna karşın kömür, aynı miktarda enerji için 24.6 ölümle en ölümcül kaynak olmaya devam ediyor.
İstatistikler, nükleer enerjinin üretim başına en az ölüm oranına sahip enerji kaynaklarından biri olduğunu ortaya koyuyor.
Artıları ve Eksileriyle Nükleer Enerji

Gerçek Tehlike Nükleer Enerji Değil
Nükleer santrallerde kullanılan yakıt, nükleer silah üretiminde de kullanılabilecek malzemeleri içerir. Bu nedenle bazı ülkelerin enerji programları, gizli silah üretimi için kılıf olabilir. İran örneğinde olduğu gibi, dünya genelinde bu tür kaygılar sürüyor.
Ancak enerji üretimi için gereken uranyum oranı yüzde 4 iken, silah için yüzde 90’a ulaşmak gerekir. Yani santrallerden silah üretmek teknik olarak zor ve dünya çapında Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı gibi kurumlar bu süreçleri yakından izliyor.
Peki hâlâ neden nükleer enerji yaygınlaşmadı? Cevap basit oldukça basit aslında; çok pahalı. Santrallerin inşası yıllar alıyor, projeler karmaşık ve maliyetli oluyor. Güneş ve rüzgar enerjisi ucuzladıkça nükleer enerji cazibesini yitirdi.